GİRİTLİ DİVAN ŞAİRLERİ
Filiz KILIÇ*
ÖZET
Girit Doğu Akdeniz’in en büyük adasıdır ve stratejik öneme sahiptir. Ada XVII. Yüzyılda Türkler tarafından fethedildi. Girit’te bu yüzyıldan itibaren tarikatların etkisiyle önemli bir kültür merkezi teşekkül etmiştir. Özellikle Kandiye ve Hanya’da yoğunlaşan bu kültür ortamında -şu anki tespitlerimize göre- 21 Divan şairi doğmuştur. Akdeniz’deki diğer Türk adalarıyla kıyaslandığında en fazla şairin Girit’te yetişmiş olduğu görülecektir. Bu durum adadaki kültür ortamının canlılığını gösteren en iyi kanıttır.
ABSTRACT
Crete is the largest island in the Eastern Mediterranean Sea and it is strategically important. Crete was conquered in the XVII. century by Turks. Beginning from this century, an important cultural centre was established in Crete with the influence of dervish orders. This cultural atmosphere was especially influential in Kandiye and Hanya and as far as we could find, 21 divan poets were born there. Crete had the biggest number of poets when compared to the other Turkish islands in the Mediterranean Sea. This is the strongest proof that denotes the dynamism of the cultural life in the islands.
Anahtar Kelimeler: Akdeniz Adaları, Girit, Girit'in Kültür Tarihi, Divan Şairleri, Divan Şiiri
Key Words: Mediterranean Islands, Cerete, The Cultural History of Cerete, Poets of the Ottoman Classical School (Divan Poets), The Ottoman Classical School Poems (Divan Poems)
A. Giriş
Osmanlı’da iki deniz kavramı vardır: Akdeniz ve Karadeniz. O devirde ikisine de iç deniz gibi değer verilirdi. Diğer denizler, okyanuslar ile âdeta sömürge denizlerdir. Osmanlı terminolojisinde Akdeniz de bugünkü manasında değildir. İstanbul Boğazı’ndan sonra, hemen Sarayburnu ile Üsküdar arasında Akdeniz başlamaktadır. Yani Marmara Denizi ile -o zaman Adalar Denizi denen - Ege Denizi de Akdeniz’dir. Bu geniş manada Akdeniz, Cumhuriyet yıllarına kadar kullanılmıştır (Öztuna, 1979: 13/129).
Akdeniz ve Karadeniz’de var olan ve idaresi altındaki dört büyük adaya Osmanlı çok önem verirdi. Bunlar Kırım, Mora, Kıbrıs ve Girit’tir. Rodos ve Malta bu dördüne nispetle ikinci derecede tutulmuşlardır. Sonra Eğriboz (Ağrıboz), Midilli, Sakız ve Cerbe adaları gelmiştir. Daha çok yarımada olan Kırım ve Mora da Osmanlı literatüründe ada sayılmıştır (Öztuna, 1979: 13/131).
Bu adaların stratejik önemi bir yana, buralarda oluşan edebî ortamlar bizim için son derece önemlidir. Tespitlerimize göre, sözkonusu Akdeniz adalarında doğmuş Divan şairi sayısı 70 kadardır[1]. Daha derinlemesine bir çalışmayla bu sayının artacağı muhakkaktır.
Bu makalede sadece Giritli şairler üzerinde durulacaktır.
Kandiyeli tüccarlardan A. Râşid Efendi, şiirinde kendi gözündeki Girit’i anlatır. [2]Şair vatanını yani Girit’i o kadar çok beğenir ve sever ki Nedim gibi söylemeden edemez:
En ufak bir taşını bin yere tercîh eylemem
Bî-bahâ gevherlerin kân-ı kühânıdır Girid
Nedim beytinde[3] İstanbul’un bir taşı için bütün Acem mülkünü feda ederken Râşid, adasının ufacık bir taşını bin ayrı yere değişmez.
Paha biçilmez cevherlerin kaynağı olan Girit, Râşid’in “cism ü cân”ının da sığınağıdır ve adasının ufacık bir kölesi olmak onun için en büyük devlettir:
Bende-i ednâsı olmak devleti besdir bana
Râşidin kehfü’l-emân-ı cism ü cânıdır Girid
Şiirin tamamında Girit, şah-beyit, güneş, Kur’ân’ın ilk suresi olan Fatiha, Hz.Meryem, irfan ve mana kaynağı, Behzad ve Manî’nin ilham kaynağı, İskender’in seddi, cennet, bitmeyen bahar, renkli, süslü bir bahçe, kâinatın dilinde olan misli görülmemiş bir dilber, Hakk’ın armağanı, can ve vücudun sığınağı olarak tasvir edilir. Adanın dağları ise, Tûbâ ağacı gibi başlarını göğe uzatır dururlar.
Şair gözüyle Girit âdeta bir cennettir. Ya gerçek Girit? Girit 8.379km2 büyüklüğüyle hemen hemen Kıbrıs kadar bir adadır. Anadolu’nun güneybatı ucunda Akdeniz’le Ege’nin birleştiği yerde yer alır. Girit, Osmanlı’nın en son fethettiği adalardan biridir. Sultan İbrahim devrinde Kaptan-ı Derya Yusuf Paşa bugün Girit’in merkezi konumunda olan Hanya kalesini fethetti (1645). Ada Venedikli’lerle yıllarca süren mücadele sonucunda 1669’da tamamen Osmanlı’nın eline geçti. 1913’te Yunanistan’a verilene kadar merkezi Kandiye olan imtiyazlı bir eyalet olarak kaldı (Tukin, 4/ 791-804).
Girit, Mısır-İstanbul yolu üzerinde yer alan önemli bir limandı. Fetihten sonra Anadolu’dan nüfus nakilleri yapılarak, Hristiyan nüfusla bir denge sağlanmaya çalışılmıştır. Zamanla adada Müslüman nüfus hızlı bir gelişme göstermiş, buna paralel olarak belli başlı şehir ve kasabalarda bir çok cami, mescit, tekke vb. hayır eserleri yaptırılmıştır. Bunlar ağırlıklı olarak o dönemde birer sancak olan Kandiye, Hanya ve Resmo’da toplanmıştır. Evliya Çelebi’ye göre, fetihten sonra Kandiye’de 9 medrese, 9 mektep, 17 tekke yapıldı. Tekkelerin üçü Bektaşî dergahıdır. Diğerleri Halvetî, Celvetî, Uşşakî, Bayramî tarikatlerine ve başkalarına aittir (Öztuna, 1979: 13/160).
Yeni bir düşünce, hayat anlayışı ve medeniyet getiren İslâmî öğreti, anlaşılması, anlatılması ve yeniden yorumlanması için ilk dönemlerden itibaren camilerin yanında ve onlarla iç içe eğitim-öğretim merkezleri teşekkül ettirmiştir. Daha sonra medrese adını alacak olan bu kuruluşlar, yine daha sonra teşekkül edecek olan tekkelerle birlikte şehirlerin kültürel alt yapılarını oluşturan başlıca kurumlardır. Şehir, coğrafî konumunun kendisine sağladığı olumlu imkânlar, ya da bağlı olduğu uygarlığın kendisine olan ihtiyacı doğrultusunda siyasî ve ekonomik açıdan gelişip serpilirken sözü edilen bu kültürel kurumları da tesis eder. İşte çeşitli Müslüman uygarlıklarda gördüğümüz bu uygulamaları büyük benzerliklerle Osmanlı şehirlerinde de görüyoruz. Şunu hemen eklemek gerekir ki, kültürel gelişmeler, siyasî gelişmeleri belli mesafelerden takip eder. Siyasî anlamda şehir ne kadar gelişirse bir süre sonra aynı oranda kültürel gelişme de tabiî bir sonuç olarak kendini gösterir (İsen, 1997: 78-79)[4]. Bu noktadan hareketle Girit’e baktığımızda burada da farklı bir durumun söz konusu olmadığını görüyoruz. Fetihten kısa bir süre sonra ard arda şairler yetişmiştir.
Osmanlı şehirlerinde cami, medrese ve tekkelerin Osmanlı kültürünün alt yapısını oluşturduğunu söylemiştik. Girit’in üç büyük sancağı olan Kandiye, Hanya ve Resmo’da da Bektaşî tekkelerinin[5] ve daha sonraki devirlerde tıpkı Kıbrıs’ta olduğu gibi Mevlevî tekkelerinin gücü hissedilir. Girit’teki kültürel ve edebî ortamı da bu tarikatların büyük ölçüde şekillendirdiğini söylemek yanlış olmaz.
Girit fethedildiği günden beri siyasî ve sosyal hayatımızda olduğu gibi edebî hayatımızda da önemli bir yere sahip olmuştur. Bu bakımdan onu bir şiir adası olarak değerlendirmek mümkündür. Bir Türk adası olarak kaldığı yıllar içinde Girit’te 21 şair doğmuştur[6]. Belirleyebildiğimiz kadarıyla, söz konusu şairlerin bir kısmı öğrenimlerini Girit’te tamamladıktan sonra çeşitli görevlerle İstanbul’a ya da Anadolu’nun diğer bölgelerine gitmişlerdir. Bu şairlerin dokuzu Kandiye, altısı Hanya, biri Resmo’da doğmuştur. Altısının doğduğu şehir belli değildir.
Şairlerin bazılarının mürettep divanları ya da divançeleri bulunmaktadır ki, hayatları hakkında bilgi verilirken bunlar üzerinde durulmuştur. Makalemize örnek metin olarak aldığımız şiirlere bakarak, sözkonusu şairlerin birinci sınıf denebilecek ölçüde başarılı olmadıklarını söylemek mümkündür. Ancak, başarılı şiirler ya da beyitler yok değildir.
B. Giritli Divan Şairleri[7]
Ahmed Hikmetî Efendi: (?-1140/1727). Bî-namaz Ahmed Efendi diye tanınmıştır. Hanya’da doğdu. Üveysiyye tarikatına intisap etti ve kendi halinde mütevazi bir ömür sürdü. Nahifî (ö.1169/1755) ölümüne şu tarihi düşürmüştür:
Meclis-i gülsitân-ı adne açdı rûhı bâl ü per
Ârifâne ve âşıkâne şiirler yazmıştır. Gaybî ilimlerle ve özellikle cifr ile meşgul olduğu şiirlerinden anlaşılmaktadır. Şiirine örnek olarak aldığımız na’tının mahlas beytinde bu özelliğini açıkca zikretmiştir. Hikmetî’nin cifre, en gizli ilimlere malik olmasının sebebi Hz. Muhammed’in onu gözeten lutfudur:
Anın lutf-ı nigâhı olmasaydı Hikmetî sende
Nice mâlik olurdun sırr-ı cifre ilm-i ahfâya
Giritli Salacoğlu Mustafa,
Tîre-dil sanma beni mihr-i peyamber bendedir
Nutk-ı Zeyne’l-âbidîn âsâr-ı Ca’fer bendedir
matlalı gazeline tahmis yazmıştır.
Der-Na’t-ı Şerîf
Dal ey gavvâs-ı endîşe yine gel ka’r-ı deryâya
Me’ânî dürlerin diz rişte-i nazm-ı mukaffâya Açıl gönül gibi ey dil değildir vakt-i hâmûşî
Bu dem bülbül gibi gel nağme-rîz ol verd-i ma’nâya Mey-i aşk u muhabbetden meded bir câm sun sâkî
O şevk ile yazam bir arz-ı hâl ednâdan a’lâya
Ne a’lâ cümleden bâlâ kamudan alem ü emced
Ki hîç andan yakınlar yok Cenâb-ı Rabb-ı Mevlâ’ya
Resûl-i Hazret-i Gaffâr Habîb-i Hazret-i Settâr
Ki hvân-ı lutfı mebzûldur kamu a’lâ vü ednâya
Anınçün Âdeme tâli’-i esmâ eyledi Hâlik
Anın hüsn-i cemâlidir ki hâlet verdi Havvâ’ya
Anın Yûsuf cemâli kıldı çün şeydâ Züleyhâyı
Kamu mâl u menâlin sarf edip hem düşdi sahrâya
Anın mihriydi eden zerre zerre Tûr-ı Sînâ’yı
Anın şevki “erînî” lafzını söyletdi Mûsâ’ya Hayât-ı Hızr’a bir katre lu’âbı bâ’is olmuşdur
Dem-i şîrîn-kelâmı zindelik verdi Mesîhâ’ya
Anın lutf-ı nigâhı olmasaydı Hikmetî sende
Nice mâlik olurdun sırr-ı cifre ilm-i ahfâya
Mukaddes rûhına Hak’dan salât ile selâm olsun
Meh ü hûrşîd ziyâ verdikçe şeb rûz rûy-ı dünyâya[8] (Sevgi, 1992-1993, 38-39; Kurnaz-Tatcı-Aydemir, 2000: 104-106).
Ahmed Bedrî Efendi: (?-1175/1761) Kandiye’de doğdu. Manzum ve mensur eserleri vardır.
Îdiyye
Merhabâ ey gurre-i garrâ-yı nûr-efşân-ı îd
Ey hilâl-ebrû-yı mâh-ı tal’at-ı rahşân-ı îd Kâse-i billûr sahbâdır hilâl-i îdi gör
Rûzeyi aya sayar mı kûzeveş rindân-ı îd
Bülbülem bir gülgülî rengi çuka şeydâsıyam
Sîne uryân eylerem ahşama dek efgân-ı îd
Bedrî besdir söz hemân hatm-i kelâm eyle du’â
Çünki oldun mahfel-i irfânda ta’rîf-hân-ı îd (Sevgi, 1992-1993, 42)
Lebîb Efendi: (?-1182/1768). Kandiye’de doğdu. Müfti Efendizâde diye tanınırdı. 1170/1756 senesinde sürgüne gönderildiği yerde zamanın meşhur şairi Tokatlı Kânî (?-1206/1791-92) ile tanışıp dost oldu. Aşağıdaki şiirinin makta beytinden anlaşıldığı kadarıyla Kânî’yi üstat olarak görmektedir. Genç yaşta vefat etmesine rağmen manzum ve mensur başarılı eserleri vardır.
Külâhın eyleyip işkeste zülfin nîm göstermiş
Çözüp bend-i miyânın âşıka teslîm göstermiş
Ne kâdir kıl kalemle ol büti tasvîr ide Behzâd
Anı ressâm-ı gerdûn ekmel-i tersîm göstermiş
İbâhet vasf iderken bi’l-bedâhe hatt-ı nev-hîzi
Mevâni’ sûretinde âyet-i tahrîm göstermiş
Hamîde zülfi içre hâl-i Hindûsın temâşâ kıl
Beyâz âbâdî-i rûyında şekl-i cîm göstermiş
Lebîbâ Zühre dem-sâz olsa şi’rimle aceb itme
Bana Kânî gibi üstâd-ı kül ta’lîm göstermiş (Sevgi, 1992-1993,43-44).
Ahmed Cezbî Efendi: (?-1196/1781). Kandiye’de doğdu. Rindane ve lâubalî yaratılışlı idi.
Na’t- Şerîf
Yeridir tâze zemîn tarh ide medhinle kalem
Münbit olmuş çün ezel ana leb-i cûy-ı kerem
Kîmyâdır remed-i hasrete zeyl-i nemedin
Mukle-i hûn-feşânımla ana münhasıram
Menhec-i Mustafavî bezm-geh-i zikrindir
Kim ola dâhil olur mest-i kerâmât-ı etem
Mâ’-i hayvân diyerek hâme-i Cezbî-i kesem
Olması âb-zede-i rûy-ı karâtîs-i rakam
Himmet-i bâb-ı sitâyiş dedigim çeşm-i dili
Tâ ki pür-nûr ola nüh-tâk-ı sipihr-i târem
Bir dür-i silsile-i nûr-ı sevâd-ı a’zam
Sellimû sallû alâ cûd-ı nebiyyü’l-ekrem (Sevgi, 1992-1993, 42-43).
Resmî: Resmî Ahmed Efendi (1133/1720 - 2 Şevval 1197/1782). Girit’te doğdu. Sadrazam kethüdalığı ve Berlin sefirliği görevlerinde bulundu. Üsküdar’da medfundur. Kâmusü’l-a’lâm’da Resmî’nin vefat tarihi 1123/1712 olarak kaydedilmiştir, ancak bu tarih yanlıştır.
Melâhat mülkünün sultânısın âşûb-ı âlemsin
Seni cânâ felek kuyruklu bir ahter getirmişdir (Silahdarzâde, v. 32; Râmiz, 1994, 124; Mehmed Süreyya, 1308-1311, 2/380; Şemseddin Sâmî, 1996: 1/798).
Azîz: Aziz Ali Efendi (?-1213/ 1798). Girit’te doğdu. Girit defterdarı tahmisci Mehmed Efendi’nin oğludur. Babasının ölümünden sonra kendisine kalan malı mülkü harcayarak, ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Silahşoran-ı hassa[9] olarak İstanbul’da geçici olarak ikamet etti. Valide kethüdası[10] meşhur Giritli Yusuf Ağa’ya intisap ederek Sakız muhassılı (vergi tahsildarı) oldu. Belgrat’ta memurluk yaptı. Sonra 1798’de Berlin sefirliği görevine getirildi ve burada vefat etti. Berlin’de gömülüdür. Osmanlı Müellifleri’nin vefat tarihini 1123 göstermesi yanlıştır.
Farsça’yı çok iyi bilirdi. Farsça ve Türkçe şiirleri vardır. 1211/1796’de yazdığı “Muhayyelât” adındaki tarih ve ahlâka dair hayalî eseri 1268/1851’de basılmıştır. “Vâridât” adlı tasavvufî eserinin olduğu bilinmesine rağmen elimizde yoktur. Bu eserde intisap ettiği şeyhin Kerim İbrahim Efendi isminde bir zat olduğunu belirtir, ancak mensup olduğu tarikati açıklamaz. Zamanına göre Avrupalı âlimlerin sorularına cevap teşkil eden bir risalesi, 1290/1873’te neşredilen Sandık adlı bir dergide yayınlanan “Gülşen-i Sıhhat” adlı uzun bir makalesi vardır. Şiirleri mutasavvıfanedir. Mürettep Divanı Selim Ağa Ktp. Haşim Paşa kısmında, No: 6’da kayıtlıdır.
Bildim nedir aşk-ı Hudâ hayrân olalıdan ben bana
Gördüm Hudâ yüzün ıyân bürhân olaldan ben bana
Nazar-ı ehl-i dile sırr-ı Hudâ nakşı ıyân
Bilmez erbâb-ı basîret nedür esrâr-ı şehân[11] (Mehmet Tahir, 1972, 3/26; Mehmet Süreyya, 1308-1311, 3/468; İnal, 1970,1/40-41, Tuman, 2/2850).
İbrahim Hıfzî Efendi: Hanya’da doğdu. Burada sıbyan mektebi hocası iken ilerleyen yaşlarda birtakım kişilerin sözlerine kırılıp Kandiye’ye gitti. Altı yıl kadar burada kaldıktan sonra Hanya’ya geri döndü. 1213/1798 yılı Ramazanında vebaya yakalandı ve vefat etti.
Özellikle kasideleri ve Türkçe-Rumca mülemmaları çok başarılıdır. Mürettep divanı vardır (Sevgi, 1992-1993, 39).
Fehmî: Mustafa Mazlum Fehmî Paşa (1227/1812 -5 Zi’l-hicce 1278/1861) Kandiyeli attar Mollâ Osman Efendi’nin oğludur. Giritli meclis-i vâlâ azasından harir nazırı Ömer Lütfı Efendi’nin damadı ve dahiliye nazırı Memduh Paşa’nın babasıdır. Kandiye’de doğdu. İstanbul’a gelip öğrenim gördü. Anadolu’da ve Mısır’da çeşitli görevlerde bulunduktan sonra vezirlik payesini aldı. Eyüp’te Taşlıburun Tekkesi’nde gömülüdür. Şiirleri çeşitli mecmualarda kayıtlıdır.
Girdi hayâlüme o meh-i nev-civân bu şeb
Cism-i nezâre gelse ne var tâze cân bu şeb
Sûzân-ı hicri oldugumu duydu bu mehin
Yangın çağırdı sûziş ile pâsbân bu şeb
Bir nâzenîn o tıfl-ı sitem-hû ki aksine
Yan çizdi câme-hvâba girince hemân bu şeb
Ben dâstân-ı aşkı beyân eyledim velî
Meclisde mest-i nâz idi ol dil-sitân bu şeb
Meş’al-keş oldu semt-i dil-ârâya âh-ı dil
Vâdî-i aşka düşdü yolum nâ-gehân bu şeb
Gelmiş iken o mâh-ı felek bezm-i vuslata
Nâz etdi yatdı subha kadar el-amân bu şeb
Mehtâba Fehmî çıkdığını gördü o mehin
Encüm-nisârı reşk oluyor âsumân bu şeb (Mehmet Süreyya, 1308-1311, 3/ 499; Tuman, Tarihsiz: 2/3341; İnal, 1970: 1/382-383; İpekten, vd. 1988: 136).
Fehîm: İbrahim Fehim Bey (1228/1813-?). Hanya’da doğdu. Mısırlı Kûçek Mehmed Ali Paşa’nın kethüdalığı ve meclis-i vâlâ azalığı görevlerinde bulundu. Sultan Abdülmecid devrinde (1839-1961) vefat etti.
Togruluk olmasaydı râh-ı savâb
Eylemezdi sülûk ulü’l-elbâb
Lîk tenhâ tarîk oldugıçün
Nâdirâtdan olur iyâb u zihâb
Hak yolundan ayırmasın Mevlâ
Ne kadar halk iderse itsin ıtâb (Mehmet Süreyya, 1308-1311, 4/30; Tuman II/3356).
Yahyâ Kâmî Efendi: Evkâf katibi Molla Evliyâ Efendi’nin oğludur. Hanya’ya bağlı Suda kalesinde doğdu. 1202/1787’de Hanya’ya geldi ve tahsiline başladı. Sarf, nahv, maanî, hikmet, ferâiz, hey’et, beyân, zeyc, usturlab ve ilm-i hesab’ta mahir biri olarak yetişti. Ayrıca, sülüs, talik, nesih, divanî ve rik’a yazısında ustadır. Öğrenimini tamamladıktan sonra, 9 yıl Hanya’da gümrük katibi olarak görev yaptı. 1217/1802’de İstanbul’a geldi. Ne zaman vefat ettiği belli değildir.
Gazel
Görenler gerdenin ol âfetin kâfûrdur derler
Bakanlar sînesin âyîne-i billûrdur derler
Uzakdan seyr idenler der ki nâr-ı Tûr-ı behcetdir
Takarrüb eyleyenler tâb-ı rûyun nûrdur derler
Dem-i Îsâ gibi cân-bahş olur ünsiyyeti ammâ
O şâhın bilmeyenler ülfetin magrûrdur derler
Hemân ayyâşlıkla çıkmasın bir kimsenin nâmı
Görülse çeşmi hvâb-âlûd-ı gam mahmûrdur derler
Görüp âlem nükûd-ı eşk-i çeşmim vefretin Kâmî
Fakîr ü dil-harâbı zâhiren ma’mûrdur derler (Sevgi, 1992-1993: 46-47)
İzzet: Ahmed İzzet Bey. ( 1228/ 1813-?). Türk lakabıyla meşhurdur. Girit valisi Osman Paşa’nın oğludur. Girit’te doğdu. İstanbul’a geldi, bir süre Erzincan’da bulundu. Erzurum’da asâkir-i redife (ikinci devre askerliğini yapanlar) binbaşılığı görevine getirildi ve Miralay oldu. Daha sonra Çıldır kazası kaymakamlığına atandı ve ardından Irak, Bağdat ve Cidde’de bazı üst düzey görevlerde bulundu. Vefat tarihi bulunamadı[12] .
Mustafa: Mazlum Mustafa Paşa. (?- Zilhicce 1278/1861). Osman Efendi’nin oğludur. Girit’te doğdu. Meclis-i vâlâ azasındandır. Eyüp’te Taşlıburun Tekkesi’nde gömülüdür. (Mehmet Süreyya, 1308-1311, 4/499; Tuman, 2/ 3991).
Sırrı Paşa: (1260/1844- 23 Cemaziülahir 1313/ 1895). Helvacızâde Sâlih Tursun Efendi’nin oğludur. Kandiye’de doğdu. Eğitimini Kandiye’de tamamladıktan sonra Hanya’ya gitti ve burada katiplik yaptı. Daha sonra Rumeli ve Anadolu’da aralarında Diyarbekir valiliği de olan üst düzey memurluklarda bulundu. Vezirliğe kadar yükseldi. Aydın vilayeti mektupçu yardımcılığı görevinde iken, İzmir valisi Hekim İsmail Paşa’nın küçük kızı şair ve musikişinas Leylâ Saz ile evlendi. Bu evlilikten dört çocukları olmuştur. Sultan Mahmûd Türbesi’nde gömülüdür. Hiddet ve şiddeti ile meşhur olduğunu bazı kaynaklar özellikle vurgulamaktadır.
Nesirde nazma göre daha başarılıdır. Kendine has tarzda rik’a yazısı güzeldir. Basılmış eserlerinin (12 adet) büyük bir kısmı nesir olup dinî ve tasavvufî niteliktedir. Sırr-ı Kur’ân, Ahsenü’l-Kasas, Sırr-ı Furkan, Sırr-ı Tenzîl, Sırr-ı İstivâ adlı eserleri, İmam Fahreddîn-i Râzî’nin “Tefsîr-i kebîr”i esas kaynak alınarak Kur’ân-ı Kerîm’den çeşitli surelerin faydalı, kısa tercüme ve tefsirleridir. “Rü’yet-i Bârî Hakkında Risâle” Cenâb-ı Hakkı âhiret gününde görmenin mümkün olup olmadığına dair İlm-i Kelâm âlimleriyle Mu’tezile mezhebinin görüşlerinin özetidir. “Şerh-i Akâid ve Haşiyelerinin Tercümesi”, Nesefî’nin Akâid Şerhi, Allâme Taftazânî ile Hâşiyelerinden olan Isam-Siyelkûtî gibilerin eserlerinin tercümeleridir. “Nakdü’l-kelâm fi Akâidi’l-islâm ve Arâü’l-Milel” akâid ve kelam kitaplarıdır. Rûh: Ruh hakkında büyük İslam âlimleriyle bazı filozofların görüşlerini içerir. “Nûrü’l-Hudâ li-men ihtedâ” üçlü İlâh sisteminin batıllığına ve bugün mevcut İncillerin tahrif edilmiş olduğuna dair bir risaledir. Mektubât: Resmî ve özel mektuplarını içerir. Galâtât, İbn Kemâl’in “Galâtât” risalesine bazı maddelerin ilâvesinden meydana gelen bir eserdir. Vezir Münif Paşa’nın eseri değerlendiren bir takrizi vardır. “Nümune-i Adalet” adlı bir eseri ve gazelleri de bulunmaktadır.
Gazel
Fidânsın nev-nihâl-i hüsn ü ânsın âfet-i cânsın
Gül âşık bülbül âşıkdır sana bir özge cânânsın
Gelip reftâra dünyâyı pür-âşûb eyledin gitdin
Yamansın bî-amânsın şûh-ı fettân şûr-ı devrânsın
Yerin vardır gönülde dîdede gerçi görünmezsin
Ayân içre nihânsın bir perî-zâd-ı melek-şânsın
Beni bezminde mahrûm-ı temâşâ-yı cemâl etme
Gönül pervâneveş şem’-i ruh-ı tâbânına yansın
Sabâ zülf-i perîşâna dokunsa ey perî şâne
Olur pür-şerha der hayfâ yine kâkül perîşânsın
Aceb hâr-ı elem mi etdi Sırrî gönlün âzürde
Niçin bülbül gibi subh u mesâ mu’tâd-ı efgânsın
Bir güzeli anlattığı bir başka şiiri:
Her birinde bir gönül bend eylemek mi maksadın
Halka halka pîç pîç olmuş o gîsûlar nedir
Doğru söyle ıtr-ı şâhîler mi sürdün başına
Sünbül-i zülfünde yâ ey gül bu hoş-bûlar nedir
Sihri gelsin senden öğrensin füsünkârân-ı dehr
Gamze-i fettânına nisbetle câdûlar nedir
Olmasaydın sen güneş yâ merkez-i âlem gibi
Dâ’im etrâfında seyr eden bu meh-rûlar nedir
Derd-i hicrânınla oldu şöyle çeşmim eşk-bâr
Kim ana nisbet akar sular nedir cûlar nedir
Sen demez miydin ki sensiz geşt-i gülşen eylemem
Elde gül ağzında mül başında şebbûlar nedir
Dergeh-i şevkinde Sırrî-i şikeste-hâtırın
Sevdiğim bak ettiği bu hâylar hûlar nedir (Mehmet Tahir, 1972. 2/368-369; Mehmet Süreyya, 1308-1311, 3/15; Tuman, 1/1753; İnal, 1970: 3, 1734-1738; Kurnaz, 2000: 133-159).
Mustafa: Salacıoğlu Şeyh Mustafâ Efendi. Salacızâde, Salacıdedeoğlu veya Salacıoğlu lakaplarıyla tanınır. Divanında yer alan gazellerinden birinde -ki bu gazel aşağıda örnek şiir olarak alınmıştır- Girit’in Hanya şehrinden olduğunu açıkça belirtir. Babası Şeyh Ahmed Efendi (ö. 1756) vefat ettiğinde henüz çocuk yaştadır. Bu sebeple, doğum tarihinin bu tarihten önce olduğu açıktır.
Osmanlı Müellifleri’nde 1220/1805 tarihinde vefat ettiği yazılıysa da divanında 1240/1825 senesini gösterir tarihler bulunduğundan bu rivayet doğru değildir. Bu durumda 1240/1825’ten sonra vefat etmiştir. Şair bir süre Girit dışında seyahat etmiştir. Ancak gittiği yerler hakkında bir bilgi bulunmamaktadır.
Gezerken böyle müstağrak işitdim bir sadâ nâ-gâh
Dedi bir er be hey bî-çâre tut pend-i hoş-elhânım
Eğer derdine dermân isterisen Üsküdâr’a var
Şitâb et hânkâh-ı Hâşim’e er dinle bürhânım
beyitlerinden seyahatlerinden sonra İstanbul’da Celvetî şeyhi Haşim Baba’dan el aldığını öğreniyoruz. Pîrinden başka şiirlerinde de söz eder. Daha sonra halifelik göreviyle Girit’e gönderilmiştir. Salacıoğlu, Girit’te sıkıntılı günler geçirmiştir.
Salacıoğlu’nun bilinen üç eseri vardır. Tamamı manzum ve aruzla yazılmış olan bu eserlerin birisi mürettep divan, diğer ikisi de tasavvufî mesnevidir. Mesneviler, arada bazı mensur bölümlerin bulunduğu, belli başlıklar altında tasavvufî konuları içeren iki küçük eserdir. Nâmiyye (Nâmînâme) manevî oğlu Nâmî’ye ithafen yazılan 363 beyitlik bir nasihatnamedir. Diğer mesnevi ise Halvetî azizlerinden Çıkrıkçı Şeyh lâkabıyla bilinen Kandiyeli Mustafa Efendi’nin kişiliği, ruhî hâli, mistik arayışları ve öldürülüşünü anlatan 157 beyitlik bir menakıbnamedir.
Şiirlerinde tasavvufî hâl ve makamları yeni bazı kavramlarla işlemeye, orijinal teşbih ve mecazlarla anlatmaya çalışmıştır. Özellikle tarih manzumelerinde Girit’e dair belge niteliğinde şiirler de yazmıştır.
Salacıoğlu, XVIII-XIX. yüzyıllarda yetişen mutasavvıf şairler içinde önemli bir yere sahiptir. O, Hz. Peygambere ve ehl-i beyte gönülden bağlı melamet ehli ve kalender-meşrep bir sufidir. Bu meşrebi, Salacıoğlu’nun şiirlerini âşıkâne (lirik) bir eda ile kaleme almasının en önemli sebebi olarak görülmektedir. Ancak, zamandan şikayet ettiği şiirleri de mevcuttur.
Vahdet-i vücut görüşüne inanan Salacıoğlu, fikren ve mizacen İbn Arabî ekolüne; şiirlerindeki eda ve ifadesiyle Yunus Emre, Niyazî-i Mısrî, Sezayî-i Gülşenî ve Üsküdarlı Haşim Baba’ya bağlı bir mutasavvıf şairdir. Divanı ve mesnevileri yayınlanmıştır.
Bir Nevrûziyye olan ve kendisine dair bilgiler de verdiği gazeli:
Girîdî Hanyavîyem ben Salacıoğlu’dur nâmım
Seyâhat ehliyem bir yerde yok temkîn ü ârâmım
Vücûdum Ka’besine bir erin avniyle yol buldum
Egerçi hacc-ı beyt etdim velî eskitdim ihrâmım
Şarâb-ı vahdetin yek cur’asın nûş eyledim bir dem
İçinde mest olup hâlâ o keyfiyyetle sersâmım
Kurulmuş bezm-i aşk câm-ı mahabbet devr eder bir bir
Demem gel iç bu demden sûfî yokdur sana ibrâmım
Ne tâ’at ne ibâdet kaldı oldum kâfir-i mutlak O dostun aşkı yağma kıldı zühdüm dînim îmânım
Safâlar vaktidir arz-ı cemâl etdim dem-i nevrûz
Bi-hamdi’llâh irişdi izzet ü rif’atle bayrâmım ( Mehmet Tahir, 1972: 1/190; Tuman, Tarihsiz: I2/3996, 4930; Sevgi, 1992-1993: 36; Kurnaz-Tatcı-Aydemir, 2000).
Muhtar: Ahmed Muhtar Efendi ( 1264/ 1847-17 Ramazan 1328/ 1910). Girit muhasebecisi Mustafa Kutbî Efendi’nin oğludur. Hanya’da doğdu. Öğrenimini Girit’te tamamladıkdan sonra burada memuriyete başladı. Daha sonra İstanbul’a geldi ve devletin üst kademelerinde görev aldı. Şeyhü’l-haremlik görevine kadar yükseldi. Merkez Efendi kabristanında gömülüdür.[13]
Sultan Abdülhamid’in teveccüh ve emniyetine mazhar olmuştur. Devletçe yaptırılan binalara tarih düşürmek onun işi idi. Arap Fars ve Türk edebiyatlarını iyi bilirdi. Şiirleri hakimane ve mutasavvıfanedir. İlimdeki kudreti şairliğinden üstündür. Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî Hazretlerinin eserlerinden çok etkilenmiştir.
Kâbil-i hamd-i Hudâvend-i ezel olmaz lisân
Nâm-ı pâk-i Mustafâdan olmadıkça dem-zenân
Allah Allah öyle bir nâm-ı mükerrem kim anın
Her mü’eyyed harfidir miftâh-ı genc-i “kün fe-kân”
Âşinâ-yı hikmet-i ser-beste-i esmâ olur
Eyleyen ol nâmdan der ki ferâyâ-yı nihân (İnal, 1970: 2/985-989; Tuman, Tarihsiz: I2/3893; Mehmet Tahir, 1972: 2/243).
İffet: Ali İffet Efendi (Muharrem 1286/ 1869- 1360/1941). Arabzâde Mustafa Es’ad Beg’in oğludur. Resmoda doğdu. Özel dersler alarak fıkıh, ferâiz ve mesnevi okudu. Bir müddet Girit’te memurluk yapktıktan sonra İstanbul’a geldi. Üsküp’te mahkeme başkatibi iken Meşrutiyet ilan edilince Envâr-ı Hürriyet adıyla bir gazete neşretti. Sonra İstanbul’a geri döndü ve çeşitli gazetelerde başyazarlık yaptı. Aralarında İzmir emniyet müfettişliğinin de bulunduğu emniyet teşkilatının çeşitli kademelerinde görev aldı. İzmir’de medfundur.
Pek çok şiiri varsa da bir araya toplanıp basılmamıştır. Dördüncü mısraı mücevher[14] olmak üzere Tâhirü’l-mevlevî’nin vefatına söylediği tarih kıtası:
İki mısrâ düşürdü rıhlete
Kilk-i Tâhir olup da girye-künân
Sâl-i hicrî bin üçyüz altmış idi
Rûh-ı İffet behişti kıldı mekân
Fuzulî’yi taklit:
Küşte-i aşkın ki hâk-i makberinde yan yatur
Dâğ dâğ olmuş cesed şeklinde yekser kan yatur
Aşkdır sermâye-i derd-i derûn-ı şâirân
Cân u dilde tâ ezel ol derd-i bî-dermân yatur
Çok mudur olsa ziyâretgâh-ı hûbân merkadim
Çünki anda bir şehîd-i hançer-i müjgân yatur
Bahş eder âb-ı hayât-ı câvidân bûs-ı lebi
Zîr-i la’linde o şûhun çeşme-i hayvân yatur
Doldu nâr-ı dûzeh-i hicrân-ı cânânımla âh
Kalb-i pür-derdimde pek dehşetli bir volkan yatur
Rahm edip dün sevdiğim gösterdi rûy-ı iltifât
Şimdi kalbimde hezârân ravza-i rıdvân yatur
İffetin hoş gör Fuzûlî cür’et-i taklîdini
Aşk-ı lâhûtî gibi kalbinde bir arslan yatur (İnal, 1970: 2/684-685; Tuman, Tarihsiz: I2/ 2919).
Resmî: (?-1204/1789). Ali Resmî Efendi, Resmî Ali Baba, Ali Resmî-i Giridî, Resmî-i Giridî Ali Efendi, Resmî Baba Giridî Bektaşî, Giritli Resmî adlarıyla anılır. Resmo şehrinde doğdu. Şuara tezkirelerinde ve vefeyâta dair eserlerde hâl tercümesine dair kayıt ve bilgi yoktur. Alevî-Bektaşî şeyhlerinden Seyyid Ali Sultan’ın halifelerindendir. Tahsili hakkında bilgimiz yoktur. Ancak, eserlerinden hareketle Arapça ve Farsça bildiği, Türk edebiyatına hakim olduğu söylenebilir. Resmî Ali’nin Baba sıfatı Bektaşîlerde mürşidlik postunu temsil eder. Baba olmanın şartlarından biri müridlerinin eğitimi ile ilgilenmektir. Şiirlerinden hayatının tamamını Girit’te geçirmediği, seyahat ettiği anlaşılmaktadır. Uyûnü’l-Hidâye adlı eserinin arkasında kayıtlı olan bir bilgiye istinaden 1204’te vefat etmiş ve İstanbul’da Davud Paşa Mahallesi yakınlarındaki Örük/Erdik Baba Tekkesi’ne defnedilmiştir.[15]
Resmî’nin şiirlerinde Bektaşîliğe dair pek çok unsura rastlanır. O, tarikatına ve şeyhi Seyyid Ali Sultan’a gönülden bağlı, ehl-i beyte, on iki imama, bilhassa Hz. Ali’ye büyük muhabbet besleyen bir şairdir. Sade ve akıcı bir üslubu vardır. Resmî’nin Divan’ı dışında, müstensihi olduğu ve içinde şiirlerinin bulunduğu bir şiir mecmuası, Uyûnü’l-Hidâye adlı tasavvufî bir eseri ile Bektaşîlik Risalesi vardır.
Resmî’nin Kanunî’nin Hürrem Sultan için yazdığı bir gazeli hatırlatan şu gazeli divandaki az sayıda sevgiliye yazılan şiirlerdendir ve şairin Kanunî’nin şiirlerini okuduğunun göstergesidir. Şiirin tamamı 8 beyittir.
Meh-i bedrim semâ-kadrim münîrim mihr-i rahşânım
Sitârem tâli’im bahtım fürûgum mâh-ı tâbânım
Habibim hem-demim yârim gamınla mûnis-vârım Müdâmım nuklüm ü câmım Cemim şem-i şebistânım
...........
Figânım nâlişim zârım enînim işidip Resmî
Demiş ol yüzü gülzârım gazel-hânım hoş-elhânım
Hz. Ali’yi övdüğü, ona olan sevgisini dile getirdiği şiirlerinden biri:
Benim şâhım benim cânım Alî’dir
Gözüm ziyâsı imânım Alî’dir
Bana gösterdi râh-ı müstakîmi
İki âlemde sultânım Alî’dir
Muhammed şehr-i ilmim dedi el-hak
Ulûm-ı şehre derbânım Alî’dir
Benim mahbûbum Ahmed’dir dedi Hak
Dilâverlikde arslanım Alî’dir
Muhammed dü cihâna rehber oldı
İden irşâd cânânum Alî’dir
Kelâm-ı İncil ü Tevrat u Zebur hem
Rumûz-ı vahy-i Kur’ânım Alî’dir
Not: 32. SAYI - Kis 2004
|